Oturduğum kafeterya kalabalıktı. Kimseyi rahatsız etmeden, o dört kişilik masanın sandalyelerine değmemeye çalışarak geçtim garsonun gösterdiği yere. Biraz müzik ve biraz da içeridekilerin yüksek sesli konuşmaları, arı kovanına girmişim hissi veriyorsa da, herkes birbirinin konuşmasına kulak misafiri olabiliyordu ister istemez.
İşte böyle bir ortamda istem dışı da olsa anlatılanları dinlemek zorunda kalmıştım. Hemen arkamdaki masada oturanlardan birisi karşısında oturan kadınların her birine sesini duyurmak isterce ve biraz da bağıra çağıra anlatıyor, ben de gayet rahat duyabiliyordum onu. Adam kendi oğlu ile yaşadığı bir olayı naklediyordu. Aynen şöyle:
“İlköğretim okuluna giden oğluna sürekli:
“Oğlum, hedefin nedir? Ne olmak istiyorsun?” diye sorduğunda çocuk da, “Ne bileyim baba ya… Henüz kararımı vermedim,” yanıtını veriyormuş.
Çocuk bir gün okuldan gelir gelmez babasına:
“Baba, baba!” demiş. “Hani sen bana devamlı ne olacaksın diye soruyordun ya?..”
“Evet oğlum,” demiş babası sevinçle.
“Bu gün kararımı verdim,” babacığım.
“Aslan oğlum benim. Afferin lan sana. Peki ne olacaksın?”
“Ben hacı olacağım baba… Hacı. ”
Ne yazık ki, bir kez daha o an Türkiye’de eğitim sisteminin bittiğini, çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşalım diye koşarken, bir karanlığın içine kaçar olduğumuzu gördüm üzülerek. Dedim ki kendi kendime, “Bütün okullar İmam-Hatip yapılırsa, hacılık bir meslekmiş gibi algılanır ve çocuğun öğretmeni, böylece daha çok sevap kazanacağını düşüncesini görev anlayışı haline dönüştürürse, biz daha çook okullarımızdan matematikçi, fizikçi, kimyacı çıksın diye bekleriz boş yere…”
Necmettin ÇAKIR
teşekkürler sayın hakkı, eleştirilerinizi severek okuyorum.